Ayrıksı Bir Karakter: C.

Yusuf Atılgan’ın 1959’da yayımlanan ilk romanı Aylak Adam, C.’nin rutin yaşamının ve bir tutamak arayışının dört mevsime yedirilmiş halini anlatıyor.

Bir Bakî sözü ile giriş yapar Atılgan romanına: “Mufassal kıssa başlarsın, garip efsane söylersin.” Burada Atılgan, daha kitabın başında sezdirir niyetini. Okuyucuya, Aylak Adam’da öyle efsanevi denecek bir hadise olmayacağını duyurur. Tek bir harften ibaret adını bile sayfalar sonra öğrendiğimiz C.’nin yaptığı tek şey, ‘o’nu arayıp durmaktır kitap boyunca. Bu esnada geçmişe gider gelir, şehirde dolanır, okur… Üstelik aylaktır da.

Atılgan, okuyucuya, kitapta elle tutulur bir olay bulamayacağını anlatmıştır girişiyle. Bu anlatı adeta C.’nin kendi bilincinin mitleşmesi, efsaneleşmesidir. Zaten edebiyatın amacı da bir noktada gündelik olanın anlatılmaya değecek bir efsaneye dönüştürülmesi değil midir?

Aylak Adam’ın yayımlandığı dönemde, Türk romanı bir ‘köy edebiyatı’ furyasına kapılmış gidiyordu. (Sazyek, 2010) Bu durum, Aylak Adam’ın yayınlandığı tarihten itibaren dönemin benimsenen roman anlayışının dışında kalmasına neden oldu ve roman geniş bir okuyucu kitlesine ulaşamadı. Sonuç olarak Aylak Adam da, yazıldığı dönemde kıymeti bilinmeyen edebiyat eserlerimiz arasında yerini aldı. Zaten roman, 1958’de katıldığı Yunus Nadi Roman Ödülü’nde ikincilik almış olsa da, birinci ve üçüncü olan romanların aksine Cumhuriyet Gazetesi’nde tefrika edilmedi. Jüri üyelerinden biri olan Orhan Kemal’in roman hakkındaki sözleri, ödülün yarım kalmışlığının nedenlerini öne sürerken, adeta dönemin edebiyatının Aylak Adam’a bakışını yansıtır:

“Aylak Adam’ı okudum. O da güzel roman doğrusu… Oğlanın romancı dokusu var. Kumaş iyi kumaş… İşçilik güzel… Beliriyor… Ama romanın meselesi ne? Getirdiği yorum ne? Bir delikanlı var, geliri kıyak… Bir çevresi var… Baylan çevresi sanki… Ressamı var, şairi var, kızı var, oğlanı var… Fındıklı apartmanları, Akademi züppeleri… Sanat, manat; aşk hepsi var… Ve oğlan aylak. Sevimli, hoş bir avare… Ama biraz filozof… Bunalan genç adamlar ve meyhaneler… Ve bu adam yaşıyor… Sevişiyor… Güzel… Romanın kapağını kapatınca bana vermek istediği, bana duyurmak zahmetine katlandığı mesaj ne?… Kaypak bir mesajı var ama, bir roman için, hem de iyi bir roman için bu yetmez…”

Dönemin Türk edebiyatının iyi bir romandan beklediklerini karşılamaz Aylak Adam. Zaten Yusuf Atılgan, romanını yine yaptığı giriş gibi çarpıcı bir anlatımla noktalarken de bunun farkında. Zira roman şu cümlelerle sonlanıyor: “Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.” (Atılgan, 1959)

Peki romanın yayımlanmasından bu yana aradan yarım asırdan fazla zaman geçmişken, biz Aylak Adamı, aylaklığı ne kadar anlayabiliyoruz? Refik Durbaş’ın Atılgan’la yaptığı bir röportajda şöyle der Atılgan: “Aylaklık en zor iş bana göre…” (Durbaş, 1988)

Bu yazıda, Atılgan’ın ‘tutamak sorunu’ dediği modern insanın hayatını bir arayış ve bulamayış haline getiren sorun ekseninde C.’nin aylak arayışını, ‘büyük şehir gıcırtısı’na ve bütün o karınca insanlara yabancılaşmasını anlamaya çalışacağım.

Aylak Adam’ın Portresi

Il ne nous restait pour asile que cette tour d’ivoire des poètes, où nous montions toujours plus haut pour nous isoler de la foule.”

(Bize kalan tek sığınak, kalabalıktan gitgide uzaklaşmak için durmadan tırmandığımız fildişi kuleydi.)

Gérard de Nerval

Enis Batur, Ulysses için yazdığı ‘Joyce’un Kulesi’ başlıklı önsözde şöyle açıklar fildişi kuleyi: “Fildişi kule, özellikle çağımızda, bağımlı edebiyat, sanat yanlılarının ters çevirdiği bir koşulu yansıtır: Toplumsal durumdan soyutlanmayı seçen, sokakların sefaletine onu paylaşarak diklenmektense yalıtılmış bir hayatı yeğleyenler için kullanılan bir mermidir; sınıfsal ricadı, ekonomik ayrıcalığı pekiştiren bir mekân olarak kulede karar kılınmıştır.”

Şayet kapanılan kulelerin tepesinden aşağı bakılırsa, onu kuleyi inşa etmek mecburiyetinde bırakan kalabalık, bir karınca sürüsü gibi görünecektir kuleye kapanana.

Modern dünyada bu karınca kalabalık, otomobilleri, yüksek binaları ve karınca acelesiyle metropol insanını tasvir eder. Kuleye kapanarak kendini bu kalabalıktan ve kalabalığın akıp gittiği sokaklardan soyutlayan birey, varlığını bir başkaldırı olarak bile duyurmak istemez kalabalığa. Oysa akıp giden o güruhun içinde kendini yine sürünün bir parçası olarak görmeyen, fakat yine de aralarında gezinen bir karakter belirir. Walter Benjamin bu ayrıksı karaktere, yabancılaşmış sanatçı olarak Baudelaire’in kente bakışından hareketle “Flâneur” der Pasajlar’ında. Pasajlar’ı orijinal dilinden çeviren Ahmet Cemal ise Flâneur’ü dipnotta şöyle açıklar: “Fransızcada ‘avare gezinen’ anlamını taşıyan sözcük, Benjamin’de bir temel kavram niteliğindedir ve yaya dolaşırken, aynı zamanda çevre izlenimleriyle düşünce üreten kişi anlamında kullanılmıştır.”

Benjamin’in Flâneur’üyle Atılgan’ın C.’si arasındaki ilişkiyi ilk kuran, Nurdan Gürbilek’tir aslında. Gürbilek, Defter dergisindeki yazısında esasen aylaklık ile flâneurlük arasındaki ayrımı yapar: “Yusuf Atılgan’ın sıkıntısı Baudelaire’deki gibi bir büyük şehir sıkıntısı, bir “Paris Sıkıntısı” değildir. Atılgan’ın aylağı da Baudelaire’deki anlamıyla bir flâneur değildir zaten; büyük şehir yaşantısının gelip geçici heyecanlarına kapılmış, şehrin parlayıp sönen ışıklarından, uçucu zevklerinden tat alan, şehri bir iç mekân gibi kullanan, orada kendini evinde hisseden biri değildir.” (Gürbilek, 1994)

Gerçekten de Atılgan’ın C.’si, caddelerde kendini evinde hissetmez. Fakat C. kendi evinde de evde hissetmez zaten. Flâneur’ü sokakta gezinen herhangi bir aylaktan ayıran ilk nokta, onun düşünce üreterek ve gezinmek için gezinmesi ise bir diğeri de herhangi bir adamda bulunan sokak-ev karşıtlığının onda bulunmamasıdır. (Doğan, 2007)

Romanda, tek harften ibaret adını bile sayfalar sonra öğreniriz C.’nin. Yirmi sekiz yaşındaki bu adam, babasından kalan paranın getirdiği maddi rahatlıkla yaşar. Sürekli olarak çalıştığı herhangi bir işi yoktur.  Tek bir ideali vardır: Roman boyunca ‘o’ diye bahsettiği ideal kadınla, gerçek sevgi temeline kurulu iki kişilik bir toplum inşa etmenin fantezisi. “Sevişen iki kişinin kurduğu toplum.” onun deyişiyle.

Toplumsal normlardan haz etmez C. Geleneklere ve gelenekselliğin mecburiyetlerinden adeta iğrenir. Bu tavrına binaen, bilinçli bir gelenekten kopma, ayrılma durumu gerçekleşir. C.’nin bu bilinçli kopuşuna neden olan etmenler, toplumu oluşturan diğerlerini benzer bir kopuşa, reddedişe götürmez, yalnızca C. gibi bireyler üzerinde alışılagelenden farklı sonuçlar doğururlar. Bu durumda da birey, toplumla uyuşmazlığının farkına varır. Toplumdaki yerini, rolünü sorgular ve içerisinde yalıtılmışlık, yalnızlık, iletişimsizlik, amaçsızlık, değersizlik, boşluk, umutsuzluk gibi iç yaşantılar barındıran bir yabancılaşma süreci başlar. Bu ruh hâli bireyin karşısına iki seçenek çıkarmaktadır. İlki, dış gerçekliği, toplumu ve onun değerlerini hedefleyip reddeden bir ‘pasif isyan’; ikincisi de ‘içe kapanma’dır. (Sazyek, 2010)

C.’nin kendine yakıştırdığı aylak sıfatı bile, bir çeşit pasif isyandır aslında. ‘Aylak’, C. için olumsuz bir niteleme değildir. Tam tersine, aylak olmakta haklı görür kendini. Zaten bu niteleme de toplum tarafından geliştirilen olumsuz bir yanılsamanın ürünüdür. Bu anlamda romanın ismi, bir ironi üzerine oturtulmuştur. Benjamin, bu durumu Flâneur’lük açısından şöyle açıklar: “Avareliğini haklı kılar. Flâneur’ün tembelliği, salt görünüştedir. Bu tembelliğin ardında, suçluyu gözden kaçırmayan bir uyanıklık gizlidir.”

Kısa süreli fakülte hayatını sırf canı sıkıldığı için bıraktığı okunsa da, yüksek zevklere ve uzun ve düzenli bir eğitim hayatıyla kazanılabilecek bir beğeni düzeyine sahip olan bir bohemdir C. aynı zamanda. Sanatçı bir çevresi vardır. Boş vakitlerinde yaptığı nadir belirli aktivitelerden biri, adı nispeten sık geçen Sadık isimli arkadaşının resim atölyesine gidip bazen de tablo satın almaktır. C.’nin sanatı hayattan ayrı bir parça olarak görmemesi durumu romana yer yer, kalabalığın içindeki diğerleriyle kurduğu ilişki üzerine, benzetmeler üzerine kurulu olarak yansır. Misal ilk bölümlerde “İki Öksüzler Sokağı” isimli sokağı Charlie Chaplin’in Easy Street filmindeki sokağa benzetir. Tramvaydaki adamın kulağının ardındaki ve onu “müthiş ilgilendiren” kir, Matisse’in bir desenini; balıkçı da omuzlarının duruşundan hareketle Modigliani’nin bir portresini anımsatır ona. Daha sonra yazlığa yerleşirken, yanında götürdüğü yegâne eşya arasında “Çıplak” ve “İkindi Kahvaltısı” adlı resimler vardır. Ayrıca piyano sevdiğini biliriz. Gerek Ayşe’nin atölyesinde birlikte dinledikleri Bach ‘ezgi’lerinden, gerekse romanın başlarında radyoda istediğini bulamayınca, “Şu kutunun içinde bana piyano çalacak birini bulamıyordum.” serzenişinden…

Romanın bir bölümünde C.’nin yazarlığına şahit oluruz. Bilindik konulardan çok kendisi gibi ayrıksı karakterlerin hayatlarından parçalar yazar. Nihayetinde bu işi de yarım bırakır. Çünkü onlar “Sonunda beni sürüklediği büyük felakete rağmen onun kollarına atıldığım gecenin tadını unutamıyorum,” diye başlayan hikâyeler isterlerdi.

“Bütün yazdıklarını acele etmeden, küçük küçük yırttı. Bu da bitmişti. Gene eskisi gibiydi.”

Bütün bunlara rağmen C., sanata dair eleştirel bir yorum yapmaz ve şehrin caddelerinde aylak dolanırken aklından geçirip zaman zaman eyleme döktüğü meydan okumalar barındıran düşüncelerini ideolojikleştirmez. Mevcut durum hakkında herhangi bir çözüm önerisi getirmez.

“O gün atölyede, “-Bu resmi alacam,” demişti. “-Al” Sonra elini iç cebine soktuğunu görünce Kemal üstüne yürümüş, “-Ulan, değişmeyeceksin sen,” demişti. “Hep para verip rahatlarsın. Resim hoşuna gittiyse al. Paranı bilmem nerene sok!” Güldü. Doğruydu. Üç yıldır değişmemişti.”

Aylak Adam’ın portresinin önemli bir yönü de maddi açıdan rahat oluşudur. C., babasından kalan parayla geçinen bir ‘mirasyedi’dir. Kendisine zengin demez, ‘paralı’ der. Parayı umarsızca harcama biçimi de babasına duyduğu nefret ile ilişkilidir. Paranın kaynağından nefret eder, aynı zamanda toplumun yüceleştirdiği bu kavramı da hor görür, çar çur eder parayı. Buradaki önemli nokta, nihayetinde parayı, insanları aşağılamak için kendince bir araç haline getirmesidir.

“Dilencinin yüzü acındırmak isteyen bir gülüşle kırıştı.

-Sigara içmem ben beyim, dedi

-Ya! Vah vah. Birden öyle sigara istedi ki canım, sorma. Bir tek sigaraya iki buçuk lira verirdim.”

Büyük Şehrin Gıcırtısı

Nurdan Gürbilek’in aylaklık ile flaneurlük arasında yaptığı ayrıma rağmen, C.’nin flâneurlük bağlamında Benjamin’in açıkladığı kavramla pek çok benzerliği vardır. Şehir ve kalabalık flâneurlüğün temelinde vardır ve C., sürekli dışarıda, kalabalığın arasındadır.

Henüz romanın ilk sayfası bize bu benzerliği yapmaya teşvik eder. “Kaldırımdan taşan kalabalık” tan bahsetmesi ve kalabalıkla ilgisi kesildiği an sıkıntının içine “lök gibi oturması” bizi flâneur düşünceye götürür.  (Koç, 2019)

Romanın başlarında C.’nin yolunun Sıra Selviler caddesine düştüğü bir günü okuruz. C.’nin tasviriyle bu cadde, herhangi bir metropol kenti caddesinde bulunabilecek özellikleri (asfalt, üst üste beton yapılar, otomobiller sürüsü, hızlıyürüyeninsanlar sürüsü) barındırır. C.’nin “sonuna dek gidip de bir tek servi göremeyeceğiniz” bu caddeyi anlatıp nihayetinde, “Bu yolun servili olduğu zamanlar da insanlar böyle mi yürürdü?” sorusunu sorması, şehrin yapaylığına bir isyan, doğal olana duyduğu özlemdir aslında.

Güler’le hayatının en önemli konuşması dediği konuşmayı yaparken de akmayan bir çeşmenin önünde duruyor olmaları, bu bağlamda önemli bir nitelik taşır. C. adeta değişen, “modern”leşen kentin karşısında çeşmeleri akan, kitabelerini okuyabileceği bir şehir özlemi içindedir. (Koç, 2019)

C.’nin şehirde en sevmediği yer Tophane caddesidir. Şehrin çoğu sesi gibi vapur düdükleri de ona ‘gürültü’ olarak gelir. İnsanın kendi sesini duymasına engel daimi bir uğultu vardır kalabalıkta.

Şehrin sesi, romanda “büyük şehrin gıcırtısı” olarak karşımıza pek çok yerde çıkar. Güler’in peşinden gittiği bir gün yüzünü buruşturan bir fren sesi olarak belirir bu ses önce. Daha sonra, yine Güler ile ilk konuştukları günün akşamında bankta otururken arkalarından gelir ses, ikisinin de içini karartır. Gürültünün bir eşlikçisi olan bu ses modern şehrin ayrılmaz bir parçasıdır C.’nin gözünde.

“Bir kadın çocuğu dövdü. Dayak yiye yiye bu şehirde yaşamayı öğrenecekti. Hep tetikte olacaktı. Yasaktı dalgınlık. Daldı mı, büyük şehir insanı kornalar, çanlar, küfürler, gıcırtılar, çarpmalarla kendine geliyordu. Güler’e baktı. Onlar da mı dalmıştılar? Yoksa bu şehir onları da mı kendilerine getirecekti?”

Sesle birlikte ışık da vardır, tramvayların ışıklandırıldığını görürüz. Zaten asfaltın tamamlayıcı iki ögesidir ses ve ışık C. için. Tramvaylar vardır ve apartmanlar belirir. Üstelik bu üst üste yığılmış beton yığınlarının içerisinde yaşayan herkesin mutsuz olduğu kanısındadır.

“Kapkaraydı içi. Onu dinleyen, şehri üst üste dolduran yapılardaki insanların içinde bir tek mutlu kişi bile yok sanırdı.”

Aslında bu noktada C. ve şehir arasındaki ilişki flâneur ile şehir arasındakiyle benzemez. Benjamin, Pasajlar’da şunu yazar: “Bu, kendi yaşam biçimi, büyük kent insanının artık eşikte olan kapkara yaşam biçimine henüz bazı parıltılar katabilen Flâneur’ün bakışıdır. Flâneur, henüz gerek büyük kentin, gerekse burjuva sınıfının eşiğindedir. Henüz bunlardan herhangi birine yenik düşmüş değildir. Hiçbirine yerleşmiş değildir.” Oysa C., Baudelaire’in Flâneur’ü gibi henüz gerek büyük kentin, gerekse burjuva sınıfının eşiğinde değildir. (Sezer, 2015)

Yalnızca bir tek an, şehrin sesi ona fısıltı gibi gelir. Güler’le yan yana oturdukları anlardan biridir bu. İçinin huzuru, kenti algılayışını kısacık bir anlığına da olsa değiştirir.

C.’nin şehre sıcak bir bakışla baktığı nadir yerlerden biri de günler süren hastalığın neden olduğu eve kapanışın ardından nihayet dışarı çıktığı zamandır: “Sokakta, ciğerleri soğuk havayla dolup boşaldıkça içinde korkunç bir güç duyuyordu. Köşede durup geniş caddeye baktı. Önünden insanlar, otomobiller, tramvaylar geçiyordu. Işıklarını yeni yakmış bu şehri seviyordu.”

Her ne kadar şehre bakışı şikâyet ve yer yer tiksinti, hor görü dolu olsa da kısa süreli şehirden ayrılışlar ve eve kapanışların ardından büyük bir özlemle yeniden kalabalığa döner C. Bu da tipik bir Flâneur özelliğidir. Benjamin bunu şöyle ifade eder: “Flâneur, sığınağını kitlede arar. … Flâneur’ün kişilinde aydın pazara çıkmıştır.”

Burada Aylak Adam’ın Flâneur’den farkı, aylaklığının farkında oluşudur. Çünkü C., Benjamin’in belirttiği gibi niyetinin pazarı görmek olduğunu söylemez, niyetinin kendisine bir alıcı bulmak olduğunun farkındadır. Sürünün içinde aylak dolanışının sebebini kendisi söyler: Arayıştadır.

            “Bildik gecelerden biriydi. Kulaklarında büyük şehrin uğultusu vardı. Belki arananın ayak sesleri de bu uğultunun içindeydi. Döndü. İnsanların, arabaların kaynaştığı büyük caddelerden yana yürüdü.”

C. Ve Karınca Şehir

Karınca eğretilemesi, romanın pek çok yerinde karşımıza çıkar. İlk olarak C.’nin hikâye yazma girişiminde görürüz. Gece boyu kafasını meşgul eden cümlelerden biridir bu: “Karıncalar bilmeden severler.”

Daha sonra birkaç yerde daha görürüz benzer ifadeleri: “-Karıncalar çıktı mı acaba? -Bilmiyorum beyim; görmedim.” | “Bir ara karıncaları düşündü. Yağmur dinince saklandıkları yerlerden çıkıp, tatlıcının tek parça, büyük camından gördüğü caddeleri dolduranlar, bir çalışma, didinme mutluluğu içinde yürür gibiydiler.” | “İşlerine çabuk varmak telaşındaki şu karınca sürüsünün arasına karışmaktan şaşırmış, neden bu camın önünden geçmesin.”

Karınca, yahut karınca sürüsü, şehrin aceleci, ruhsuz, duygusuz mekanik hareketlerle yapmaları gerekenlerden başka bir şey yapmayan kalabalığıdır. Yaptıkları hareketleri bilinçdışı eylemler silsilesi olarak da yorumlamak mümkündür. (Koç, 2019) Sürekli bir hareket halindedir ve hızlıdır. Tutkudan, arzudan yoksundur bu kalabalık. C., kalabalığın işlevsizliğinin ve algı düzeyindeki kifayetsizliğin farkındadır ama sanki bildiği şeyleri adeta yeniden kanıtlamak için iner sokağa.

“Kılığı düzgün bir adamın sokakta simit yemesi yasaktır. Bütün yasaklar gibi bunun da bir kaçamak yolu yok mu? Simidi kır, cebine sok. Tek elinle bir lokma koparıp kimseye sezdirmeden ağzına at. Ama, ben dişlerim sağlamken ısıracağım.”

Kendince eğlenceleri, karıncaların tahmin edilebilirlikleri üzerine kurulu küçük oyunları vardır. Toplumun hemen hemen bütün değerlerine ve kurumlarına karşıt bir tavrı olsa da aktif bir isyan yahut inzivaya çekilme görülmez C.’de. Daha önce de belirtildiği gibi, birkaç istisna dışında sürekli olumsuzladığı büyük şehir onu hep kendine çeker. (Sazyek, 2010)

Aylak Adam’daki çatışmanın karşı tarafıdır bu karınca insanlar C. için. Yine de yabancılaşmayı başlatan yalnızca toplum değildir. Karınca sürüsü, yabancılaşmayı destekler, pekiştirir sadece. Bu anlamda Aylak Adam’ın flâneurlük ile ilişkisi de benzer nitelik taşır. Flâneur, kalabalığın içinde ama ona rağmen bir tür oluşu simgeler, bu niteliğiyle modern çağın bir tipi değil, bütün boyutlarıyla tam bir karakteridir. (Doğan, 2007)

“Biliyorum sizi. Küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. Büyüklerinden korkarsınız. Akşamları elinizde dönersiniz. Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum? Bir ben miyim düşünen? Bir ben miyim yalnız?”

Eleştirilerinin başlıca kaynağı, samimiyetsizliğe, yapay olana karşı duyduğu tiksintidir. Şehri, bir metropol olarak yadırgamasının sebebi de budur. Zira giderek sanayileşen şehir, giderek makineleşen insandır. Bu tek tip insan modeline karşı takındığı düşmanca tavrın sebebi, bir kalıba sığdırılan düşünce ve yargılara bakış açısını da açıklar niteliktedir.

“Ne yamansınız dökme kalıplarınızla; bir şeyi onlara uydurmadan rahat edemezsiniz.”

“Onlar kalıplarının içinde rahat. Onlardan değilim ben.”

Bir kurum olarak kitapta belirgin bir şekilde varlığından hoşnutsuz olduğu ‘aile’ kavramına da karşı çıkar. Pek çok şeyde olduğu gibi, kavramın yanlış anlaşılması değildir karşı çıkışının sebebi, direkt olarak aile kurumunun varlığına karşıdır. Burada yine samimiyetsiz ilişkilere ve ikiyüzlülüğe gelir konu. Aile içerisindeki bireylerin birbirlerine duymaları beklenen zorunlu sevgi ve ilgi onun yaşam idealine terstir. O, daha önce de belirtildiği gibi, “sevişen iki kişinin kurduğu toplum”un arayışındadır.

“-Annem diyor ki…

-Bırak anneni babanı şimdi, dedi elimi tutup, sen kimi kimsesi yok bir kızsın.”

“Benim ona tutunabilmem için onun benden başka bir dayanağı olmamalı.”

Benzer şekilde, ‘üç oda bir mutfak mutluluğu’ dediği aldatıcı mutluluğun çoğul sonucu olan yazgılarına da karşıdır. Bunu, Güler’le aralarında geçen şu konuşmalardan anlarız.

“-Dünyadan çok şey beklemiyorum. Üç oda, bir mutfak, sevdiğim adam, biri kız biri oğlan iki çocuk…

-Adam bırakıp kaçsın, çocuklar kuşpalazına tutulsunlar diye mi?”

“-Neden bu kadar kötümsersin?

-Sen neden değilsin? Çevrene bakmıyor musun? En mutlu görünenlerine bile? Bütün bunlar üç oda, bir mutfak, iki çocuk düşü ile başlıyor. Sonra? Haydi bayanlar, baylar! Bu fırsatı kaçırmayın. Siz de girin, siz de görün. Üç perdelik dram. Birinci kısım: Dağlar dümdüz. İkinci kısım: Ne çok tepe! Üçüncü kısım: Ova batak! Bugünlük bu kadar baylar. İyi geceler. Yarın gene bekleriz.

Bütün bu karşı çıkışların, eleştirilerin, pasif isyanların, protestoların ortak noktası, gerçek olmayan duyguların varlıklarını ve sebep oldukları çarpık ilişkileri görmezden gelemeyişidir. Daimi olarak aradığı ve varlığına gerçekten inanmayı arzuladığı tek şey gerçek sevgidir.

“Acelem yok benim, biliyorsun. Bir gün sana dünyada dayanılacak tek şeyin sevgi olduğunu öğretecem.”

C.’nin Loca Kaygısı

Beklenen itiraf, iç dökme ilk kez Ayşe’ye yapılır, yaz mevsiminde. “Bende gördüğün her şey babamla başar,” der C. Fakat okuyucu bunu içte içe biliyordur zaten. Kulak tiki, bacak fobisi, bıyık antipatisi… Hepsi babasından ona kalan mirasın görünmeyen taraflarının sonucudur.

Freud, dünya edebiyatında isimlerini sık duyduğumuz üç eserde -Kral Oidipus, Hamlet ve Karamazov Kardeşler- baba katli temasının odağa alınmasının tesadüfî olamayacağını söyler. Freud’a göre, üç eserde de öldürme eyleminin nedeni “kadın çevresinde dönen cinsel rekabet”tir ve bu rekabet Kral Oidipus efsanesinde ortaya konmuştur. (Uğurlu, 2007)

Freud’a göre Oidipus’un üzerindeki lanetin aynısı bizde de vardır. Ona göre ilk cinsel arzular anneye ve ilk nefret, şiddet duyguları babaya yönelmeye mahkûmdur.

Erkek çocuğu bir yandan kendisine rakip saydığı babasını ortadan kaldırmayı amaçlayan bir kin besler, diğer yandan içinde ona karşı belli bir sevgiye de yer verir, iki tutumun bir araya gelmesiyle baba özdeşleşmesi gerçekleşir. Hayranlık duyulan babaya benzeme arzusunu, onu rakip güç olarak ortadan kaldırma ve yerini alma düşüncesi takip eder. Ancak bu gelişim süreci, iğdişlik korkusuyla kesintiye uğrar ve erkek çocuk babasını ortadan kaldırıp annesini ele geçirme düşüncesinden vazgeçer.

Babasına duyduğu kin, nefret ve baba sevgisini bilinç dışına iter. Bu da suçluluk duygusunun temelini oluşturur ve Oidipus karmaşasını besleyen doğal bir akıbet olur. (Uğurlu, 2007)

C.’nin babası, sevgisiz, sevgisizliğinin üzerini sahip olduğu para ile örtmeye çalışan kaba, saldırgan bir adamdır. Evde C.’nin teyzesi ve sıklıkla değiştirdiği hizmetçilerle ilişkiye giren kadın düşkünü biri adam olduğunu okuruz. Karısı, oğlu bir yaşındayken ölünce, baldızı Zehra evlerinde kalmaya başlamıştır. C., annesini teyzesinin anlattıkları kadarıyla tanır. Zehra teyze, C.’ye anne yokluğunu hissettirmez. Şefkati ve sevecenliğiyle çocukluğunun en önemli figürüdür. C.’nin sahiplenme güdüsüyle benimsediği ve bencil bir sevgiyle kuşattığı bu ‘anne’yi, babasıyla cinsel ilişki halinde gördüğü sahne, romanın üzerine kurulduğu travmaları anlamak için yeterli bir örnek olacaktır.

“İlkokulu bitirdiğim yaz, bir gün odada dergi okurken kapı çalındı. Açılıp kapanınca babamın sesini duydum. “— Hizmetçi nerde?” Teyzem, “— Dışan çıktı,” dedi. “— Ya çocuk?” “— Ortalıkta yok. O da çıkmış olacak.” Sonra bir sessizlik… Eğilip aralık kapıdan baktım. Babam bir koluyla teyzemin etekliğini kaldırıp sarmış, öteki eliyle çıplak bacaklarını okşuyordu. “—Zehra, şu bacakların yok mu?” dedi. Çevrem kararır gibi oldu. Fırladım. Üstlerine atıldığımda bacaklar hâlâ çıplaktılar. “— Bırak onu, bırak!’ diye bağırdım… Elini ısırdım. “Uyy anam!” dedi. Dişlerim acıdı. Birden sol kulağıma yapıştı. Pis, yakıcı bir acı duydum. Teyzem, “Ah, ne yaptın?” diyordu. “Kulağı yırtıldı! Alçak, kulağını yırttın onun! Kulağı yırtıldı.” Ağlıyordu. Sonra düştüm. Kafamdaki ses durmadan, “Kulağı yırtıldı,” diyordu. Kulağı yırtıldı, kulağı yırtıldı, kulağı yırtıldı…”

Romanın başında gördüğümüz ve bir fahişe olan şaşı kadın, C.’ye “değişik yollardan Zehra teyzesini getirir”. O derin localara onunla girme korkusunu da buna bağlayışı, aslında C.’nin kendinin farkında bir karakter olduğunu bir kez daha kanıtlar. Sonuçta elinde kalanlara sebep olanların gayet farkındadır ve öfkelidir. Kadın bacaklarına bakışlarındaki ve dokunamayışlarındaki tereddüdün ve korkaklığın; bu düşünceler aklına üşüşüverdiğinde gelen zamansız kulak kaşıntısının sebebi babasıdır.

Güler’in bacaklarına dokunmayı ne kadar kafasında tasarlasa da bir türlü gerçekleştirmez C. Yine de kulağını öper. Az şey değildir ona göre kulağını öpebilmek. Güler ile yolları ayrıldıktan sonra tekrar bulduğu Ayşe ise bunu bir ileri boyuta taşımasını sağlar.

“Boşuna harcanmış altı buçuk ayın ivecenliğiyle diz çöküp bacaklarını öptü. Aralarında ne babasının bıyıklı suratı vardı, ne de kulak kaşıntısı.”

“İki haftadır kulağım kaşınmıyor. Yoksa farkında olmadan mı kaşıyorum? Sık sık bacaklarını okşayıp öpmem korkmadığıma kendimi inandırmak için mi? Korkmuyorum.”

Nihayetinde yaz bitip şehre geri döndüğünde, Ayşe’yle de yolları ayrılmıştır. Romanın başında gördüğümüz şaşı kadını evine çağırır fakat onunla ilişkiye girmez. Dizine yatar, Zehra teyzesinin sesinden hatırında kalan bir cümleyi ondan duymak ister, burnunu öptürür. Fakat bir türlü tatmin olmaz. Hiçbir zaman da olamayacaktır. C., her şeyiyle yarım kalmış, yarım bırakılmış bir adamdır.

Kalabalığın İçinde Teğet Geçen B.

Romanın başından sonuna kadar okuyucuyu saran ve C.’nin geçmişinin sonucu, romandaki olayların ve gelip geçen insanların ise sebebi durumundaki asıl tema, ‘arayış’tır. Aylak Adam buna, tutamak arayışı der.

“İş avutur,” diyen babasının gölgesinin yine C.’nin üzerinde olduğunu görürüz. Babasının sahip olduğu karakterin bütün özellikleri daha baştan reddeden ve küçük yaşlardan beri onun gibi olmamayı amaç haline getirmiş C., babasının kazandığı parayı da, daha önce de belirtildiği gibi, adeta intikam alırmış gibi harcar. O, bir avuntu istemez. Nihayetinde alışmayı ve aynılığı reddediyordur.

“Ertesi gün sıkıcı bir sabahla başlayacaktı. Kim bilir, iç sıkıntısı olmasa, belki insanlar işe gitmeyi unuturlardı. ‘İş avutur,’ derdi babası. O böyle avuntu istemiyordu. Bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktı onların iş dedikleri. Kornasını ötekilerden başka öttüren bir şoför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrarlıyordu. Yaşamanın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. Çoğunluk çabadan, yenilikten korkuyordu. Ne kolaydı onlara uymak! Gündüzleri bir okulda ders verir, geceleri sessiz, güzel kadınlarla yatardı istese. Çabasız. Ama biliyordu: Yetinemeyecekti. Başka şeyler gerekti. Güçlüğü umutsuzca zorlamak bile güzeldi.”

İş, faydasız bir tutamaktır C.’nin gözünde. Tıpkı ‘üç oda bir mutfak mutluluğu’ gibi… Bunu, romanın sonunda arkadaşı Sadık’a şöyle açıklar:

“- Ya içmediğin zamanlar?

– O zaman ararım.

– Hep arayacaksın sen. Ya resim, ya kitap…

– Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı.

– Anlamadım.

-Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, “-Veli ağanın öküzleri gibi öküz, yoktur,” demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!”

C., roman boyunca bu arayışın içindedir. Yer yer ümitsizliğe kapılır, ama hep arar. Güler’de, Ayşe’de, o kadını arıyordur. O kadın, aslında bir çeşit anne rolünü üstlenmiş Zehra teyzeyi bulmak istediği kadındır. Gerçek sevgi dediği sevgi yalnızca bu şekilde mümkündür onun gözünde.

Kendince ölçütler belirler o kadında bulmayı umduğu. Güler’i takip ettiği birkaç günlük zaman diliminde, kediye çarpan otomobilin yanında, kaza alanında toplanan kalabalığa yanaşan kız için aklından, “Gözleri sulanmışsa o değildir,” gibi bir düşünce geçirmesi buna örnek verilebilir.

Yine de ümitsizlik baş gösterir. Kalabalık içinde onu bulmak umuduyla gezinirken ara ara aklına gelir. “Yoksa dünyada olmayanı mı arıyordu?” Bu soruları kendisine soruyor olmasına rağmen, Sağdık’la konuşmasında aradığının varlığında ısrar eder.

“- Senin aradığın kadın dünyada yok, dedi.

– Var! O olmasaydı ben olmazdım. Bu şehirde yaşıyor. Bir gün bulacam onu.

– Bulamazsın. Öyle kadın olmaz.Sigarasını attı. Bir şey söyleyecekken vazgeçti. Onu bu kadının varlığına inandıramazdı.”

Oysa okur, o kadının varlığından haberdardır. Anlatıcı da öyle… Tıpkı C. gibi, adı tek bir harften ibaret olan B. de kendince bir arayıştadır. Romanda belki onlarca kez tanışıp konuşma fırsatı ellerine geçer fakat tanışmaları bir kısa bir bakışmadan ve “Neden böyle bakıyor bana?” düşüncesinden öteye geçmez.

B.’nin, C.’nin aradığı kadın olduğu romanın başından itibaren okuyucuya sezdirilir. Nitekim Güler de B.’ye yazdığı mektupta bunun ipuçlarını vermiştir: “Bu bakımdan o da sana benziyor. Sen, “Yetmez bunlar!” demez miydin?”

B.’nin bakış açısıyla okuduğumuz tek bölümde, B. de sokaktadır ve tıpkı C. gibi, düşünür. Öfkeli ve memnuniyetsizdir. B.’nin de kendi düşüncesinde idealize ettiği bir ‘o’ vardır.

“Tanıştığı erkeğin ‘o’ olmadığını anlar anlamaz ayrılacağını söylerdi. B.’nin bir yanı, Erhan’ın aradığı ‘o’ olmadığını biliyor, ama zorluyor kendini.”

Fakat arayış sonuçsuzdur. Nitekim Aylak Adam’ın ilk yayımlandığı yıllarda roman üzerine bir eleştiri yazan Fethi Naci, romanın bildirisini, “tek tutanak olarak gerçek sevgiyi arayan insanın mutsuzluktan kurtulamayacağı gerçeği, gerçek sevgi gibi tutamakların kişiyi kurtaramayacağı gerçeği” olarak ifade eder. Fethi Naci’ye göre “bunlardan okurun çıkaracağı sonuç: başka tutamaklar arama zorunluluğu”dur.

Bu doğru bir yaklaşımdır çünkü C., mutluluğu bulmuşken kendini bilinçli olarak alışkanlıktan koparır. Onlardan biri olmak istemiyordur çünkü. C., bilhassa Ayşe ile yazlıkta devam eden ilişkisinde toplumla uzlaşmanın kıyısına varmak üzeredir. Çünkü toplum, kendinden uzak duranı yahut farklı olanı kendine katmakta diretir. Ya kendine katacaktır bireyi ya da dışına kusacaktır. (Sezer, 2017)

“Bu yaz yürümeyi unuttum ben. Çok oturdum; hayır çok yattım. Terden, yorgunluktan korktum. Rahattım. Rahatına düşkünlerden, eli paketlilerden bir ayrılığım yoktu. Ona ‘ötekiler yok; ikimiz varız’ diye bağırdığımda bile ötekiler gibiydim. Neden gülüyorsun? Bir ay akşamları eve üzüm taşımadım mı? Üzümü hep aynı manavdan almadım mı? O gün bu kalın kaşlı manav bana kocaman kesekâğıdını uzatıp, ‘— Razakı seversiniz siz. Bitecek gibiydi de ayırdım deyince sevinmedim mi? Adama parasını verirken kendimi dükkânın aynasında, kucağımda kese kâğıdıyle görünce utandım. Sanki aynadaki ben değildim. Gece, razakı üzümü yiyebileceği için sevinen biriydi bu. Bir daha üzüm almadım. Belki de aramızdaki değişiklik o gece başladı.”

C., “birlikte yaşama zorunluluğuna inanmış” insanların oluşturduğu toplumun içerisinde rahat değildir. Yalnızlığı seçer ama onun yalnızlığı insansızlık demek değildir. Öfkesi ve başkaldırısı hissedilir fakat aynı zamanda yorgun, mutsuz ve üzgündür de. Aradığını bulacağının yarı inancı içinde, yine de bir şeyler anlatmaya çalışır etrafındakilere. Romanın sonu, bu bağlamda beklendiği gibidir.

“Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.”

Ondan söz etmemek, C. için arayıştan vazgeçmek midir yoksa suskunluğa geçiş midir bilinmez, fakat yine de Atılgan, bir bulamayışı anlatır. Aylak Adam bu anlamda, Gürbilek’in tabiriyle, bir imkânsızlığın romanıdır.

Ezgi Nur Şahin

Kaynaklar

  • Aslan, İlker. “Bir Aylak Adam Projesi: C.’yi Anlamak”, arkakapak.com
  • Atılgan, Yusuf. “Anayurt Oteli”, Can Yayınları
  • Atılgan, Yusuf. “Aylak Adam”, Can Yayınları
  • Benjamin, Walter. “Pasajlar”, YKY
  • Doğan, Tuğba. “Walter Benjamin’de Ve Yusuf Atılgan’da Flaneur İmgesi Üzerine Bir Deneme”, Cogito, S. 52, Güz 2007, s. 101-111.
  • Durbaş, Refik. “Aylaklık En Zor İş Ona Göre”, Cumhuriyet Dergi, S. 102, Şubat 1988
  • Gürbilek, Nurdan. “Taşra Sıkıntısı”, Defter, Metis Yayınları, S. 22, bahar 1994, s.74-92
  • Koç. Burak. “Aylak Adam Romanında İstanbul’un Dört Mevsimi ve Kentin Karıncalaşmış İnsanları”, Roman Kahramanları, S. 38, Nisan-Haziran 2019, s. 13-17
  • Özher, Sema. “Çağdaş İnsanın Tutamak Arayışı: Aylak Adam”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2006
  • Sazyek, Hakan. “Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı: C.”, Kitap-lık, S. 142, Ekim 2010, s. 64-78
  • Sezer, Soner. “Aylak Adam:  Biliyordu, anlamazlardı” – t24.com.tr
  • Sezer. Soner. “Benjamin’in Pasajlar’ında Aylak Adam’ı Okuma Denemesi.” sukutsuikasti.com
  • Uğurlu, Seyit Battal. “Yusuf Atılgan’da Baba İmgesi: Psikanalitik Bir Yaklaşım.” Eylül, 2007.

Yorum bırakın